12 Aralık 2007 Çarşamba

galata'da cumartesi akşamı ve vergi kaçıranlara kınama

Sevgili arkadaşlarım Aylin ve Duygu’yla Cumartesi öğleden sonra planladığımız buluşmamız akşam saatlerine kaldı. Soğuk bir Aralık akşamında İstiklal Caddesi’nde gezinip üşüdük, birkaç kalabalık ve gürültü mekana girip yer bulamayıp çıktıktan sonra Aylincik’in nereye gidiyoruz ne işimiz var o aşağılarda gibi lise kızı yorumlarını duymamazlıktan gelip Galata’ya doğru yürüdük. Galata kulesinin etrafına kurulmuş semt pazarı formatındaki lüks markaların tezgahlarını gezindik. Avrupa şehirlerinin sokak kafelerine benzetilmeye çalışarak sokak ortasına şemsiye sobalar altına kurulmuş masalarda takılan birkaç ünlü gördükten sonra köşedeki “Enginar” isimli mekana girdik. Bizi üniversiteli öğrenciler gibi karşılayan gereksiz garsona aldırmadık...

Caddedeki mekanların aksine kalabalığa biraz daha uzak olduğundan boş yer bulabildik, sigara dumanı ve gürültü olmadan sohbet edebildik.

Çorba ve paçanga böreği istedik. Pazı ile yapılan bir sebze çorbası getirdiler önümüze. Tamam fena değildi, beklediğimizden daha güzeldi ama, bol bulmuşlar anlaşılan, ya da pazı çorbası ancak o kadar karabiberle yenilebilecek hale geliyor olduğundan olabilir, çorbanın yarısı karabiberdi diyebilirim. Ağrıyan boğazıma iyi gelmedi değil. Paçangalar da numunelikti, iki parça sigara böreği gibi... doymadığımızdan tatlı da ısmarladık, güzel sıcak ve bol çikolata soslu brownieler yedik.

Genel olarak memnun bir şekilde kalkıyorduk, hesap istedik ve tabii fiş istediğimi de belirttim, benden %40 vergi alınan bir ortamda bir günde benim aylık kazancımdan daha fazla para kazanan insanların vergi kaçırmalarına ortak olmaya tahammül edemediğimden. Garsonun cevabı şu oldu: “geçen ayın fişi olur mu?”! Ben de yeni fiş istediğimi söyledim. Bunun üzerine elinde bu ay içinde kesilmiş ama eski iki tane fişle gelmez mi! “Ben fişleri kullanmayacağım, yalnızca fiş kestiğinizi gömek istiyorum ve bu harcamanın fişini istiyorum” dedim. Tepki ibretlikti, “Neden siz maliyeci misiniz?” ve patronuna endişeli bir bakış fırlatarak fişimi getirmeye gitti...

Evet, benim verdiğim vergilerle devletten yol su elektrik hizmeti alan, bir de üstüne ülkemizi beğenmeyen ve çekiştiren karun kadar zengin sinsi vatandaş, seni kınıyorum!

12 Kasım 2007 Pazartesi

Antakyalılar buluşması

Facebook’da kurulan İstanbul’daki Antakyalılar grubunun ilk buluşması 10 Kasım Cumartesi akşamı Kadıköy Çiya’da gerçekleşti. Hava muhalefetini ve Aylin’le Duygu’nun gecikmelerini saymazsak çok güzel bir toplantı oldu. Diğer yakadan gelen sevgili arkadaşlarım yağmurlu bir Cumartesi gecesinde İstanbul trafiğini tahmin edemediklerinden ben anlaştığımız saatte Kadıköy’e ulaştıgımda onlar daha vapura bile ulaşamamışlardı. Islak ve soğuk sokaklarda biraz gezindikten ve ne yapsam geri mi dönsem diye düşündükten sonra toplantıya tek başıma gitmeye karar verdim. Kimseyi tanımıyordum, bu yüzden çekindiğimi itiraf edeyim. Ama ne olsa bozuk bir şemsiyeyle dışarıda kalmaktan daha iyidir diye düşündüm. Ben Çiya’ya ulaştığımda ikisi toplantının koordinatoru olan Tuba ve onun “erkek kardeşi” Tuna olmak üzere toplam dört kişi gelmişti. Biraz geç kalmakla birlikte, neredeyse hepsi Osman Ötken Anadolu Lisesi’nden ve bize yakın dönemlerden olmak üzere yaklaşık 20 kişi olduk. Aramızda Antakyalı arkadaşları vasıtasıyla tatmış oldukları yemeklerden (kolilerden) dolayı kendini “fahri Antakyalı” sayanlar da vardı.
Lise anıları, hocalar, Antakya yemekleri, annelerin koli maceraları ağırlıklı güzel sohbetle, sahipleri hemşehrimiz olan Çiya’nın güzel yemekleri eşliğinde, senelerdir görüşmediğimiz eski arkadaşlarla buluştuk ve aynı yerden geldiğimiz yeni arkadaşlar edindik. Çok hoş bir akşam oldu.

9 Kasım 2007 Cuma

Nurhak'a misafir olduk

Cuma akşamı Aylin ve Duygu'yla Nurhak'a misafir olduk. Nurhak'ın eşiyle ve sevimli mi sevimli oğluyla tanıştık. Küçük Sümercik bizimle oynadıktan ve cilveler yaptıktan sonra babaannesinin yanına gitti. Biz de Boşnak babaannenin lezzetli yemeklerini yiyerek saatlerce muhabbet ettik. Kızsal meselelerden tarihe, sosyal antropolojiden belirsizlik prensibine, tekstil sektöründen çocuk büyütmeye kadar uzanan çoook zevkli bir sohbetti.
Küçük Sümer, bu pozları verdikten sonra kaçtı ve onunla fotograf çektirmek isteyen Duygu Teyzesi'ni dinlemedi hiç.






Bunlar da Boşnak yemekleri:


Boşnak böreği


Yugoslavya'da yetişen sarı dolmalık bibere benzeyen bir çeşit biberin süt kaymağı ve peynirde ekşitilmesiyle yapılan bir turşu. sirkeli gibi, ve acı. çok da lezzetli. kaymaktan yapıldığına inanmak çok zor. adı da "soka"

28 Eylül 2007 Cuma

hacı baba, fermantasyon ve koska

Dün geceki buluşmamızı planlamaya fırsat bulamadık. Aramızda oruç olanlar da olduğu için çabucak yemek yiyebileceğimiz bir yer bulmamız gerekiyordu.
Önce Hacı Baba'ya gittik. Yer bulamayınca yemek servisi de yapılan cafe-bar tarzındaki Fermantasyon'a girdik. Gözümüze ilişen en yakın yerdi.
En üst katta yemek servisi yapıldıgını ve rahat edeceğimizi söyledikleri için oraya çıktık. Ortam karanlıktı ve koltuklar çok rahatsızdı. Ama kat neredeyse boş olduğu için kendi kendimize kaldık, rahat rahat sohbet edebildik.
Ben 'peynirli salata' istedim. Gelen şey pek bizim bildigimiz salatalar gibi değildi. Daha çok amerikalıların iki yaprak üzerine bir tencere mayonezli sos boşaltıp salata diye yedikleri şeylere benziyordu. Diyetime pek uymadı doğrusu. Peynirlerle arada bulabildiğim bir iki domates parçasını kemirdim. Zaten konuşmaktan yemeye pek zaman olmadı.
Çıkışta Koska'ya doğru benimle gelmesi için Duygu'yu kandırabildim. Evde, o akşam tek başına kalmasının ve beni beklemesinin karşılığında rüşvet olarak paşa lokumu bekleyen birine hediyesini almam gerekiyordu.
Paşa lokumu her zamanki kalitesinde, yine çok güzel, diyecek yok. Bir de cevizli sucuk aldım. Ama bizim oralardaki gibi olmuyor hiç. Pekmezle yapmamışlar sanki, daha çok, şeker, boya ve nişastayla hazırlanan lezzetsiz bir macuna bulamışlar gibiydi cevizleri.

lise arkadaşlarıyla buluşma

Dün gece liseden sınıf arkadaşlarımla buluştuk, Aylin, Duygu, Nurhak ve Melih. Nurhak'ı dokuz yıldır, Melih'i de dört yıldır görmemiştim. Ama ne iştir ki hiç de uzak gelmediler bana, sanki dün yine beraberdik, sanki aradan hiç o kadar yıl geçmemiş... Her şeyin yenisi arkadaşın eskisi demişler, doğru demişler galiba.
Konuşacak çok şey birikmiş.
Nurhak anne olmuş. Oğlunun adı Sümer, Sümerlere ithafen... Boşnak böreği yemeye davet etti bizi. Fotograf makinamı alıp da gideceğim, hem yemek hem çocuk fotografı çekmeye.
Hem kendimizden konustuk, hem memleket meselelerinden. Aramızda avukatlar doktorlar olunca, yani herkesle her çeşit insanla muhattap olanlar, sohbet memlekete siyasete geldi ister istemez. Bense tüm gün bilgisayar başında oturduğum için aslında çok rahat olduğumu anladım.
Sonra, Antakya'dan konuştuk, ingilizce hocamız Ayfer Hanım'dan, tüm dinlere ırklara mensup Anyakyalı kadınların kurduğu dernekten...
Orada büyüdüğüm için çok şanslıyım.

30 Ağustos 2007 Perşembe

Rize'ye Yolculuk

İznimizin son günlerinde daha önce görmediğimiz bir yere giderek kendimize hediye vermek istedik. Doğu Karadeniz'e doğru yola çıktık. Akşam üstü Trabzon'a ulaştık. Deniz kenarına kurulmuş ilginç havaalanı haricinde çok da fotograf çekilesi gelmedi bize. Çok yorulmuştuk, gün kararmak üzereydi ve hava bulutluydu. Karışık ve kalabalık yollarda öğretmenevinin yerini soracak bir yer bulana kadar kaybolduk. Şehir bize çok kasvetli göründü. Trabzonlular kızmasınlar ama neden öyle bir yere şehir kurulduğunu bile anlayamadık. Bir karış düz arazi yok, denizden dağa çıkılıyor. Öğretmenevinde de yer yok cevabı aldık zaten. Biz de Trabzon'da bulduğumuz en kalınası otel olarak görülen, ve sonradan Karadeniz Bölgesi'nin tek beş yıldızlı oteli olduğunu öğrendiğimiz Zorlu Otel'e bir oda bulduk. Üç günlük bir alafranga tuvalet yokluğu ve kanepede sığışılan geceler sonrasında temiz küvet, havuz ve yumuşak bir yatak cennet gibi geldi doğrusu.


Ertesi sabah Ayder'e doğru yola koyulduk. Yolun çok kötü olmasını göze almıştık. Ayder'e kadar asfalt, hatta E5'ten bile daha güzel bir yol bulduk.


Karadeniz insanıyla ilk tanışmamız Rizede oldu diyebiliriz. Temel fıkraları sanırım gerçek. Benzin istasyonunda kasada laz bir amca motor yağı almış. Yine laz olan kasiyer kız amcaya fiş mi fatura mı istediğini sormaya çalıştı. Ama şöyle dedi "Bu yağu ne yapacağusun", durakladı, "fiş mü fatura mu vereyüm?". Amca da "Ne yapacağum da motora koyacağum" diye cevap verdi. "Eveet, Karadeniz'e gelmişiz" dedik.


Yol üzerinde tur otobüslerinin durduğu bir yerde mola verdik. Meğer, Ayder Çayı kenarına kurulmuş, alabalığı, çayı ve manzarası çok güzel bir yer bulmuşuz. Yan masadaki amcalar aramızda Trabzon'dan şikayet ettiğimizi duyunca, kendileri Rizeliymiş ve Rizelilerle Trabzonlular arasında 'rekabet' varmış, bize hemen çevrede gidilebilecek en güzel yerleri sıralamaya başladılar. Ayder'den daha az turistikleşmiş ve daha güzel dedikleri Çat'ı görmemizi tavsiye ettiler.Ama biz Ayder'e gittik. Çat'a gitmeye zamanımız olmadı. Ve Ayder o kadar güzeldi ki, nasıl daha güzel bir yer olabilir anlamadım.



Ayder Çayı




Çay üzerinde eski taş köprüler var. Birinin fotografını çekmek için durmadan edemedik.




Ayder'deki ahşap evler. Çoğu pansiyon olarak kullanılıyor.




Biz ulaşana kadar akşam olmuştu, ince ince ahmak ıslatan yağmuru yağıyordu. Boş oda bulmak kolay olmadı. En eski görünüşlü evde, çayın geçtiği vadiye bakan ve tahtalar arasından rüzgarın sızdığı bir oda bulabildik.





Ertesi gün, orman içinden manzara








Her köşe başından bir şelale çıktı önümüze. Bir yandan da yağmur devam ediyordu. Fotograf makinem naylon bir poşet içinde, objektifin ve vizörün önü açık.











Kışın çayın üzerine düşmüş kar kütlesi, hala erimemiş.





Biz arabayla gidebildiğimiz yere kadar giderken sportmen insanoğlu bisiklete biniyor.








Arabanın içinden doğa fotografçılığı





Ayder içinde bir patik tezgahı. Yine araba içinden çekilmiş

14 Haziran 2007 Perşembe

bankaya saldırı ve kontrol edemediğini yasaklamak

Geçen günlerde, tam da sevgili kocacığımın ATM başında para çekeye çalıştığı saatlerde bankamız göçtü. Saatlerce hiç bir sistem çalışmadı, hatta testte bile. Kulaktan kulağa fısıldanan virüs bulaşmış olduğu.

Toparlanmamız neredeyse bir hafta sürdü. Bu arada, toparlanmaya yardımcı olmak için bizlerin internet bağlantıları kapatıldı. Günler sonra internet kesintisinin sonlandığı mailini görünce herkes birden "hasret kaldığımız" internetimize koştuk. Ne görelim, hiçbir siteye giriş izni yok. haber siteleri, bankalar, uçak şirketlerinin sayfalarına girmemize izin verilmiyor. Sıkıyönetim yönetmeliği de gecikmedi tabii, interneti ve mailleri kişisel amaçlı kullanım yasaklandı. Yönetemediğini yasaklama prensibi...

Hiç uzatmayıp doğrudan ağın fişini çekselerdi daha şerefli olurdu bence...

Neyse, iki gün sonra baktık biraz eski haline gelmiş ortalık, belli ki bir "büyük baş" gazete okumaya calısmıs, olmayınca da buyuklugunu konusturmus...

uzun bir aradan sonra anlatacak başka hikayem yok muymus ki ben bunu anlattım?
halbuse, ev aldık ve ev taşıdık biz geçen hafta :)

17 Mayıs 2007 Perşembe

tramvay

Gökçen ve Elif'le İstiklal Caddesi'ndeki Tramvay isimli kafe-lokanta tarzı mekana gittik. Galatasaray'dan Tünel'e giderken sağda. Cadde üzerindeki diğer tüm lokantalar gibi müşteri sıkıntısı çekmiyor ve dolayısıyla çok da özenli değil. Biz giriş katında oturduk, üst katlar doluydu. Ortam hafif ışıkla aydınlatılmıştı, oturunca gelip masamıza mum yaktılar. Yer sıkıntıları fazla yok , masaların arası açıktı, rahatça sohbet etmeye yer var.

Ben ızgara köfte yedim, kızlar salata yediler. Salatalar iki ayrı boyda sunuluyormus, küçük boyunun çok küçük olduğunu söyleyeyim. Sosu da eksikti galiba, yaprakların arasında sos aradık ama bulamadık :) Bana da dört parça köftecik geldi. Gerçi benim yameğim pek de kötü sayılmazdı. Etin tadı kötü değildi. Tabağımda marul, havuç parçaları, kocaman bir ızgara soğan, ızgara dolmamlık biber, ki bunu ilk kez gördüm, bir kaç tane de şu dev boyutlardaki kuru fasulyelerden vardı. Soğanı yakmışlardı, ortasındaki küçük halkalardan kemirdim biraz.

Fiyatlar Taksim için normal, köfte, salata, makarna gibi yemeklerin porsiyonu 6-9 YTL arası.

Genel olarak çok beğenmedim diyebilirim, bir daha gideceğimi sanmıyorum.

16 Mayıs 2007 Çarşamba

Gökçen ve Elif'le buluşma

Uzun bir aradan sonra dün akşam eski işyerimden iki arkadaşımla, Elif ve Gökçen'le görüştüm. Taksim'de yemek yedik. Taksim'e gitmeyeli de epeyce zaman olmustu. Gerçi eski günlerimi hatırlayınca buna "Taksim'e gitmek" demek biraz haksızlık oluyor, yalnızca yemek yedik, içki içmedik, bara gitmedik, müzik dinlemedik, dans etmedik, gecenin üçünde yalnız eve dönmedik. Sohbet ettik. Kızların anlatacak çok hikayesi birikmiş.

İş yerindeki psikopatlardan, ya da hadi biraz yumuşatayım, "karşılaştıkları dengesiz davranışlardan" bahsettiler. Proje yöneticimiz (eski proje yöneticim) gerilimi yönetmede son derece başarısız. Bir tartışma olduğunda yaptığı tek şey iki insan arasındaki arayüzü kaldırmak, tartışanlar birarada çalışmama lüksüne sahipler. Aslında bu çalışanlar için çok kolay bir yöntem, yöneten için de öyle. Ama gidip dengesiz davrandığından şikayet edilen adama lisan-ı münasiple olanı biteni, olması gerekeni anlatan kimse yok. Herkes problem yokmuş gibi davranıyor, arasında gerilim olan insanlar da birbirlerine selam bile vermemeye devam ediyorlar. Ben de bu yüzden oradan ayrılmıştım zaten, gerilim yüzünden, ve bu gerilimin bana karşı saldırganlığa dönüşmesine kimse engel olmadığı için... Benimki klasik bir mobing hikayesiydi.

Gittiğimiz mekanın adı 'Tramvay'dı. İstiklal Caddesi üzerinde, Galatasaray'dan Tünel'e giderken sağda kalıyor. Kafe-lokanta tarzında bir yer. Cadde üzerindeki tüm yerler gibi müşteri sıkıntısı yok ve bu yüzden çok kaliteli değil. Ayrıntıları ayrı bir metinde yazacağım.

CICS eğitimi

Bu hafta IBM'de CICS eğitimindeyim. IBM deyince insanın aklına çok kaliteli olması gereken bir ortam geliyor ama öyle değil. IBM binasının giriş katındaki dersliklerde ders yapılıyor. Tuvaletler kokmuyor ama tüm kat tuhaf bir şekilde lağım kokuyor.

Kurs, application programming yapacak biri için başlangıç eğitimi olabilirdi, benim için çok fazla gerekli değil. Öğrendiklerim genel kültür olmaktan öteye gitmeyecek. Okulda aldığım operating systems dersinde anatılanların bir haftalık ufacık bir özeti gibi... Neden programcı olmadığımı bir kez daha anladım. :)

Atlanta'daki hosta bağlanarak program yazmaya çalışıyoruz. Ama bugün bağlanamadık, birileri firewall ayarlarıyla oynamış. İlgili insana da ulaşılamıyor cunku yüksek olasılıkla adamcağız evinde uyuyordur, arada 7 saat fark olunca canınız istediğinde istediğiniz işi yaptıramıyorsunuz demek ki... IBM'de bile işler böyle...

10 Mayıs 2007 Perşembe

the day before you came

günün şarkısı abba'dan the day before you came, beklemenin dayanılmaz ağırlığı üzerine...

yalnız yemek yemek

Yemekhanede yemekler çok kötü, o yüzden genellikle dışarıda yiyorum. bugün de dışarıdaydım, ve yalnız yedim.

Yalnız yemek aslında beni hiç rahatsız etmez, hatta daha rahat olurum, yediğime odaklanıp kimseyle konuşmak ya da kimseyi dinlemek zorunda olmadığım için. Ama bugün rahatsız oldum. Koca lokantadaki tek talnız oturan insan bendim. Bazen, insanları izleyince sanki içlerinde en ciddisi ve diğerlerine en uzağı benmişim gibi geliyor. Hepsi benden daha rahat ve daha mutlu görünüyorlar.

Orada öyle otururken acaba işimi ne kadar iyi yapıyorum, aslında "ne kadar kötü yapıyorum" diye düşünüyordum. Böyle düşünürken de kendimi çok mutlu hissetmemem normal. En iyisi olmalıyım, ya da en azından en iyilerden biri. Bu işte hala iyi değilim. Hala hata yapıyorum, dikkatsiz davranıyorum ve saçma sapan sorular soruyorum. Bu beni çok yoruyor.

İş yerindeki vahşi "jungle" ortamını kafama çok takıyorum belki. Bu fikre alışmam gerek, dünyanın ve de iş ortamının vahşi bir savaş alanı olduğu, insanların bu savaşta çok acımasız olabildikleri fikrine, ve benim her zaman çok güçlü olmayabileceğim gerçeğine...

8 Mayıs 2007 Salı

akşam mesaisine mola, ve küçük günlük hikayeler

daha önce de yazdığım gibi, bu blogu kaybetmemeye çalışıyorum.

ofiste oturuyorum, maslak köyünde 50 kişinin bir arada çalıştığı bir ofisteyim. herkes çıktı. ben de çalışmaya biraz ara verdim. müzik dinliyorum. vega, "ankara"yı çalıyor. eski kasvetli okul günlerimi hatırlatıyor bana.

kendi çalışma odası olanlara o kadar özeniyorum ki. misal aşağıdaki işyeri doktoru...

maslak berbat bir yer. kümes gibi gecekonduların 100 metre ötesinde trilyonluk dairelerin olduğu siteler, berisinde iş merkezi olma iddiasındaki binalar. bunların arasında karaksı'nın sokaklarından bile daha kötü yollar, ne adam yürüyebiliyor ne araba... insancıkların nefes almak ve yemek yemek için uğrayabileceği uyduruk, kaçak ama sahiplerinin senden benden herkesten daha fazla para kazandığı büfeler... her akşam servisim nereye parketmiş tantanası, ve çürük çarık yollarda sekerek yürümeye çalışan yüksek topuklar... böyle bir yer ancak bizim ülkemizde olabilirdi zaten. var da nitekim...

kocacığım arasın diye bekliyorum. bu telefon da hiç çalmaz ben beklediğimde. eskiden de böyleydi zaten. niye kocacığının aramasını bekliyorsun diyeceksin, sayfamı okuyan kişi, varsan eğer. akşam küstüm de ben ona geç yattı diye. o yatmayınca ben de uyuyamıyorum çünkü karanlıktan korkuyorum, karanlıktan korktuğum için yalnız yatınca yan odanın ışığını açıyorum. ama o zaman da aydınlık oluyor, dalsam bile derin uyuyamıyorum. işte bu yüzden dün gece şenol gelene kadar uyuyamadım. o geldikten sonra da ona küstüm. haberi var mı bilmiyorum... :)

hadi ben işime ve vega şarkılarıma döneyim.

20 Nisan 2007 Cuma

düşündüm

evet, blogumun içeriğini düşündüm.

bu blogun ana konusunu fotograf, resim ve yemek üçlüsü oluşturacak.
belki eskiden kendimi iyi hissetmemi sağlayan çizimlerime, kalemlerime ve kağıtlarıma geri dönmemi sağlayabilir bu sayfa ve hep özendiğim ama asla çekmek için yeterli zamanı bulamadığım, özeni gösteremediğim yemek ve gezi fotograflarına zaman ayırmayı başarabilirim.
araya okuduğum kitaplara yorumlarımı serpiştirebilirim.
çok çok eskiden yaptığım psikolojik analizlerime ve yazmaya çalıştığım öykülere dönebilirim.
iş yerinde geçen sıkıcı ve zor saatlerden bahsetmem.

kişisel bir eğlence denemesine hoş geldiniz.

merhaba

merhaba. bu benim üçüncü blogum. her birine yalnız bir kayıt girebildim. devamını ne yazık ki getiremedim.
bu sefer şeytanın bacağını kıracağım ve bu çok güzel bir blog olacak!
içerik mi? düşünürüz.